Tarihin İzinde-2
Dünden Bugüne Diocletianus: Roma’yı Ayağa Kaldıran ve Yeniden Şekillendiren İmparator

Tahta Çıkışı ve İlk Yıllar
245 yılında, İllirya bölgesinde, Solin yakınlarındaki Dioklea’da dünyaya gelen Diocletianus (doğum adıyla Diokles), sıradan bir aileden gelmesine rağmen ordu saflarında gösterdiği disiplin, zekâ ve kararlılıkla kısa sürede dikkat çekti. Askerî hayatına alt kademelerde başlayan Diokles, özellikle Aşağı Tuna’nın savunmasında gösterdiği başarılarla komutanlarının güvenini kazandı.
282 yılında Yukarı Tuna’daki lejyonların Carus’u imparator ilan etmesiyle birlikte Diokles’in yükselişi hızlandı. Bir yıl sonra konsül oldu ve imparatorluk muhafızlarının süvari birliğinin başına geçti. Bu dönemde Roma İmparatorluğu hem doğuda Sasani İmparatorluğu ile savaş halindeydi hem de içeride taht kavgaları ve istikrarsızlıkla uğraşıyordu.
Carus’un ani ölümü, ardında büyük bir belirsizlik bıraktı. Carus’un oğlu Numerian’ın gizemli ölümü, imparatorluk ordusunda huzursuzluk yaratmıştı. Diokles, bu karmaşa sırasında Numerian’ın kayınpederi Flavius Aper’i imparatoru öldürmekle suçladı ve askerlerin önünde bizzat infaz etti. Bu olay, hem Diokles’in kararlılığını hem de iktidar hırsını açıkça gösterdi.
Kısa süre içinde ordu, Diokles’i imparator ilan etti. Ancak tahtın tek sahibi olabilmesi için batıda hâlen hüküm süren Carus’un diğer oğlu Carinus’u saf dışı bırakması gerekiyordu. İki taraf, 285 yılında Belgrad yakınlarındaki Margus Ovası’nda karşı karşıya geldi. Çatışma sırasında Carinus’un ordusunun sadakati sarsıldı; bazı kaynaklara göre karısının baştan çıkardığı bir subayı tarafından öldürüldü, bazı anlatımlara göreyse askerleri tarafından terk edildi.
Böylece Diokles, Diocletianus adıyla Roma İmparatorluğu’nun tek hükümdarı oldu. Tahta çıktığında önünde çökmekte olan bir ekonomi, sürekli sınır tehditleri ve iç karışıklıklarla dolu bir imparatorluk vardı. Önümüzdeki yıllarda atacağı köklü reformlar, Roma’nın kaderini yeniden şekillendirecekti.
Reformların Başlangıcı
Diocletianus, imparatorluğun başına geçtiğinde Roma yalnızca dış düşmanların saldırılarıyla değil, içeriden çürüten siyasi çekişmeler, bozulmuş ekonomi ve halkın devlete olan güven kaybıyla da mücadele ediyordu. Önceki yarım yüzyıl boyunca taht, neredeyse her iki üç yılda bir el değiştirmişti. Çoğu imparator ya suikasta kurban gitmiş ya da savaşta öldürülmüştü. Diocletianus bu kısır döngüyü kırmak ve devleti ayakta tutacak kalıcı bir düzen kurmak istiyordu.
Onun gözünde asıl sorun, imparatorluk yönetiminin hâlâ eski cumhuriyet geleneklerine dayanmasıydı. Kağıt üzerinde imparator “eşitlerin birincisi” konumundaydı, ancak fiilen büyük bir askeri diktatörlük yürütüyordu. Bu durum hem meşruiyet krizine yol açıyor hem de iç savaş riskini sürekli diri tutuyordu. Diocletianus, makamın gücünü yalnızca ordudan değil, kutsal bir otoriteden de alması gerektiğini düşündü. Böylece kendini yarı ilahi bir hükümdar olarak konumlandırdı.
Yeni dönem, Roma tarihinde “Dominate” olarak anılacaktı. Diocletianus artık halkın önünde kolayca görülen bir lider olmayacak, sadece özel törenlerde, büyük bir ihtişam içinde ortaya çıkacaktı. Onu görebilenler yere kapanacak, doğrudan yüzüne bakamayacak, en fazla kaftanının eteğini öpebilecekti. Bu mesafeli ve ihtişamlı görüntü, hem saygı hem de korku uyandırmayı amaçlıyordu.
Ayrıca kendine “Dominus et Deus” (Efendi ve Tanrı) unvanını seçti; yardımcısı Maximian ise “Herculius” unvanıyla Herkül’e atıfta bulunuyordu. Böylece hem dini hem de mitolojik bir meşruiyet zemini oluşturuldu. Edward Gibbon gibi tarihçiler, onun bu görkemli törenleri kibirden değil, devletin disiplinini ve imparatorluğun saygınlığını korumak için uyguladığını söyler.
Bu reformların ilk adımı, imparatorluğu yönetilebilir boyutlara indirmek için yetki paylaşımına gitmek olacaktı. Böylece ilerleyen yıllarda Tetrarşi, yani dörtlü yönetim sistemi doğacaktı. Ancak Diocletianus’un değişim programı yalnızca yönetim biçimiyle sınırlı değildi; ekonomi, ordu ve vergi düzeni de kökten elden geçirilecekti.
Etrarşi: Dörtlü Yönetim Sistemi
Diocletianus, imparatorluğun ilk yıllarında ordunun başında sınırdan sınıra koşturmuş, Germen istilacılarını Ren Nehri boyunca püskürtmüş, doğuda Sasani saldırılarını durdurmuş ve iç isyanları bastırmıştı. Ancak bu tecrübeler ona acı bir gerçeği gösterdi: Roma İmparatorluğu, tek bir kişinin omuzlayamayacağı kadar büyüktü. Hem doğuda hem batıda aynı anda krizlerle başa çıkmak, en güçlü lider için bile imkansızdı.
Bu nedenle Diocletianus radikal bir karar aldı. Haritanın ortasından geçen hayali bir çizgiyle imparatorluğu ikiye ayırdı: Doğu Roma ve Batı Roma. Kendisi doğunun başına geçti ve başkent olarak stratejik konumuyla öne çıkan Nicomedia’yı(bugünkü İzmit)seçti. Batının yönetimini ise yakın silah arkadaşı Maximian’a verdi; oda başkentini Mediolanum’a(Milano) taşıdı.
Ama Diocletianus’un planı yalnızca iki imparatorla sınırlı değildi. Her bir Augustus’un (kıdemli imparator) yanında birer Sezar (yardımcı ve varis) olacaktı. Bu dört kişilik sisteme Tetrarşi yani “dörtlü yönetim” denildi. Sezarlar yalnızca birer veliaht değil, aynı zamanda imparatorluğun belirli bölgelerinin yöneticisiydi. Böylece imparatorluğun farklı noktalarında aynı anda savaşlar yönetilebilir, isyanlar bastırılabilir ve devlet işleri hızla yürütülebilirdi.
Sistemin işleyişi basitti ama zekiceydi: Bir Augustus görevden ayrıldığında veya öldüğünde, yerine kendi Sezar’ı geçecek, yeni bir Sezar da mevcut imparator tarafından atanacaktı. Böylece taht kavgalarının ve iç savaşların önüne geçilecekti.
293 yılında bu düzen resmileşti. Doğuda Diocletianus’un yardımcısı Galerius, batıda ise Maximian’ın yardımcısı Constantius Chlorus oldu. Her bir imparator kendi bölgesinden sorumlu, ama aynı zamanda tüm imparatorluğun bir parçasıydı.
Tetrarşi, Diocletianus’un yaşamı boyunca başarılı oldu. İmparatorluk, yarım asırlık iç savaştan sonra belki de ilk kez bu kadar düzenli yönetiliyordu. Ancak bu birlik, Diocletianus’un 305’te emekliliğe ayrılmasıyla çatırdamaya başladı. Ordu ve senatonun kendi adaylarını öne sürmesiyle dengeler bozuldu; birkaç yıl içinde iç savaş yeniden patlak verdi.
Yine de Diocletianus’un dörtlü yönetimi, Roma tarihinde kalıcı izler bıraktı. Her ne kadar kısa vadede çökmüş olsa da, bu model 395’teki kalıcı Doğu-Batı bölünmesinin zeminini hazırladı.
Ekonomik Düzenlemeler
Diocletianus tahta çıktığında Roma İmparatorluğu’nun ekonomik durumu felaketin eşiğindeydi. Yarım asrı aşan iç savaşlar, doğuda Sasani tehdidi, sınır boylarındaki barbar saldırıları ve ordunun sürekli maaş talepleri hazinenin altını boşaltmıştı. Üstelik imparatorluk uzun süredir hiperenflasyonla boğuşuyordu. Önceki imparatorlar, gelirleri artırmak yerine gümüş sikkenin değerini düşürerek ve yeni paralar basarak geçici çözümler üretmişti. Bu da halkın paraya olan güvenini yok etmiş, birçok bölgede takas ekonomisi yeniden ortaya çıkmıştı.
Vergi Reformu
Diocletianus bu krizi yalnızca kısa vadeli çözümlerle değil, köklü reformlarla aşmak istedi. İlk hedefi, devletin gelirlerini düzenli ve adil bir sistemle toplamak oldu. Bunun için iki temel vergi türü getirdi:
Lugatio (toprak vergisi) – Mülkün büyüklüğüne ve üretim potansiyeline göre hesaplanıyordu.
Capitatio (nüfus vergisi) – Mülkü işleyen insanların sayısına göre belirleniyordu.
Bu sistem, beş yılda bir yapılan nüfus ve arazi sayımlarıyla güncelleniyor, böylece vergiler hem daha adil dağıtılıyor hem de bütçe planlaması mümkün hale geliyordu. Roma tarihinde ilk kez imparatorluk, yıllık bütçe uygulamasına geçti.
Para Reformu
Ekonomik toparlanmanın ikinci ayağı, para sisteminin onarılmasıydı. 294 yılında büyük bir para reformu başlatarak şu adımları attı:
Saf gümüşten argenteus sikkesini bastırdı.
İçine az miktarda gümüş katılmış büyük bronz para follis piyasaya sürüldü.
Daha ağır ve değerli altın sikke aureus yeniden standart hale getirildi.
Başlangıçta bu düzenlemeler piyasada güven oluşturdu. Ancak fiyat artışları durdurulamayınca Diocletianus çok daha sert bir müdahaleye girişti.
Tavan Fiyatlar Fermanı (301)
301 yılında, tarihin en ünlü ekonomik düzenlemelerinden biri olan Tavan Fiyatlar Fermanı yayımlandı. İmparatorluk genelinde 1.000’den fazla ürünün fiyatı ve işçi maaşları sabitlenmiş, fazla fiyat talep eden tüccarlar ölüm cezasıyla tehdit edilmişti.
Fermanın açılışında Diocletianus, devletin zenginliklerine ve ölümsüz tanrılara halkın minnet duyması gerektiğini vurguluyor; barış ve huzur içinde yaşamaları gerektiğinin altını çiziyordu. Amaç, hem halkı korumak hem de enflasyonu durdurmaktı.
Ne var ki bu sert politika ters tepti: mallar karaborsaya düştü, üreticiler zarar etmemek için satış yapmamaya başladı, bazı bölgelerde kıtlık baş gösterdi. Hristiyan yazar Lactantius’a göre fermanın uygulanması kanlı olaylara yol açtı.
Askerî Düzenlemeler
Diocletianus, Roma İmparatorluğu’nun gücünün temelde orduya dayandığının farkındaydı. Ancak imparatorluğun sınırları çok genişti ve tek bir merkezden yönetilen klasik lejyon sistemi artık yetersiz kalıyordu. Sürekli sınır çatışmaları, barbar istilaları ve iç isyanlar, daha esnek ve hızlı bir askerî yapıyı zorunlu hale getiriyordu.
İlk olarak, ordu mevcudunu yaklaşık 400 binden 450 binin üzerine çıkardı. Askerler iki ana kategoriye ayrıldı:
Limitanei (sınır birlikleri): Sınır hatlarında yerleşik, kalıcı savunma yapan birlikler.
Comitatenses (hareketli birlikler): Augustus veya Sezar’ın merkezinde, hızlı müdahale için hazır bekleyen kuvvetler.
Bu sayede hem sınır güvenliği hem de imparatorluk içindeki ani tehditlere karşı hızlı tepki verilmesi mümkün oldu. Ancak comitatenses birlikleri merkeze yakın olduğu için siyaseten daha tehlikeli görülüyor, bu yüzden de sınır birliklerinden daha yüksek maaş alıyorlardı.
Diocletianus, klasik Roma lejyonlarının yapısını da değiştirdi. Önceden 4.000–6.000 askerden oluşan büyük lejyonlar yerine, 1.000 kişilik daha küçük ve hareketli birlikler oluşturdu. Bu, hem stratejik hem de taktiksel esneklik sağladı. Sınırda ise lejyonlar hâlâ tam mevcuduyla görev yapıyordu.
Komuta yapısında da köklü bir değişiklik yaptı. Praefectus praetorio makamının yetkilerini azalttı ve her imparator için iki ayrı başkomutanlık getirdi:
Magister Militum (piyade komutanı)
Magister Equitum (süvari komutanı)
Bu düzenleme, yetkiyi paylaşarak tek bir komutanın fazla güç kazanmasını engelledi ve süvarilerin savaşlardaki artan rolünü resmîleştirdi.
Diocletianus’un askerî reformları, yalnızca kendi döneminde değil, halefi Konstantin tarafından da devam ettirildi. Konstantin, Praetorian muhafızlarını tamamen kaldırarak yerine Scholae Palatinae adı verilen, daha küçük ve kontrol edilebilir 4.000 kişilik özel muhafız birlikleri kurdu.
Sonuç olarak, Diocletianus’un askerî düzenlemeleri imparatorluğun savunma kapasitesini artırdı, orduyu daha esnek hale getirdi ve merkezi otoriteyi güçlendirdi. Ancak bu sistem, aynı zamanda imparatorluğun artan askerî harcamalarını da beraberinde getirdi; bu da ekonomik yükün halk üzerinde daha da ağırlaşmasına yol açtı.
Hristiyanlara Yönelik Zulüm
Diocletianus’un hükümdarlığının ilk yıllarında Hristiyanlara karşı tavrı sert değildi. Ancak zamanla, özellikle de Doğu’nun güçlü Sezarı Galerius’un etkisiyle, imparatorluğun resmî dinine uymayan topluluklara karşı daha katı bir politika benimsedi. Roma’nın geleneksel inanç sistemi imparatorun otoritesinin temel dayanaklarından biriydi; Hristiyanların putperest kurban törenlerine katılmayı reddetmeleri, devlet düzeni için bir tehdit olarak görülüyordu.
299-300 yıllarında Didim’deki Apollon tapınağında yapılan bir kurban töreninde, kehanetin “uygun” çıkmaması Hristiyanların varlığına bağlandı. Bunun üzerine Diocletianus, tüm Hristiyan devlet memurlarının ve askerlerinin kurban törenlerine katılmalarını, aksi halde görevden alınacaklarını emretti. Bu, baskı politikasının ilk adımıydı.
24 Şubat 303’te İlk Ferman yayımlandı:
Hristiyan ibadethaneleri yıkılacak,
Kutsal kitaplar imha edilecek,
Hristiyanların ibadet için toplanması yasaklanacaktı.
Kısa süre sonra Anadolu’da bazı ayaklanmalar ve Diocletianus’un Nicomedia’daki sarayında çıkan iki büyük yangın, imparatorun gözünde Hristiyanları daha da “tehlikeli” hale getirdi. Bunun sonucunda daha sert fermanlar devreye girdi: Piskoposlar ve rahipler tutuklandı, sadece pagan tanrılara kurban sunmayı kabul edenler serbest bırakıldı.
Bu zulüm dalgası, Roma tarihindeki son ve en büyük Hristiyan karşıtı hareket olarak bilinir. En sert biçimde imparatorluğun doğu eyaletlerinde uygulandı ve 313 yılına kadar sürdü. Bu tarihte Konstantin ve Licinius, Milano Fermanı ile dini özgürlük tanıdı ve Hristiyanlara yönelik baskılar sona erdi.
Tahminlere göre bu dönemde 3.000–3.500 kadar Hristiyan öldürüldü; binlercesi işkence gördü, hapsedildi veya sürgün edildi. Zulmün etkisi o kadar büyüktü ki, İskenderiye Kilisesi Diocletianus’un tahta çıkış tarihini “Şehitler Dönemi” olarak takvim başlangıcı kabul etti.
Bu süreç aynı zamanda Avrupa’nın en küçük ve en eski cumhuriyetlerinden biri olan San Marino’nun doğuşuna da zemin hazırladı. Rivayete göre, Dalmaçyalı bir Hristiyan olan Marinus zulümden kaçarak Titano Dağı’na sığındı ve burada ileride bağımsız bir cumhuriyet olacak yerleşimi kurdu.
Emeklilik ve Ölüm
305 yılına gelindiğinde Diocletianus, yaklaşık yirmi bir yıl süren iktidarının ardından hem sağlık sorunları hem de yoğun devlet işleri nedeniyle görevini bırakma kararı aldı. Bu, Roma tarihinde bir ilk olacaktı; çünkü ondan önce hiçbir imparator tahtı kendi isteğiyle terk etmemişti. Çoğu ya doğal yollardan ölmüş ya da darbeyle görevden alınmıştı.
Diocletianus, imparatorluğu bıraktığında arkasında köklü reformlarla yeniden şekillendirilmiş bir devlet bırakıyordu. Kendisi Dalmaçya kıyısındaki Salona’da, Adriyatik’in serin rüzgârlarına bakan görkemli bir saraya çekildi. Bu saray, daha sonra bugünkü Hırvatistan’ın Split şehrinin temeli olacaktı.
Emeklilik yıllarını, imparatorluk sarayının ihtişamından çok uzak, sade bir hayatla geçirdi. Tarıma merak sardı, özellikle de lahana yetiştirmekle uğraştı. Onu tekrar göreve çağırmak isteyenler olduğunda verdiği ünlü cevap, tarihe geçti:
“Salona’da ellerimle yetiştirdiğim sebzeleri görseniz, böyle bir teklifi asla yapmazdınız.”
Bu söz, hem iktidarın geçiciliğini hem de kendi tercihlerindeki kararlılığı gösteriyordu.
311 yılında, ardında güçlü fakat kısa ömürlü Tetrarşi sistemini ve Roma’nın kaderini uzun süre etkileyen reformlarını bırakarak hayata veda etti. Onun ardından imparatorluk yeniden iç savaşlara sürüklense de, Doğu Roma’nın bin yıl daha yaşamasını sağlayacak devlet yapısının temelleri büyük ölçüde onun döneminde atılmıştı.
Derleyen ve Hazırlayanlar : Emine Yağmur ÇAKICI & Melike CAN